Bugün 3 Mayıs. Dünya Basın Özgürlüğü Günü.
Sözün sustuğu, konuşanların ise ya yargılandığı ya da aç bırakıldığı bir ülkede basın özgürlüğünden söz etmek, sisle kaplı bir uçurumun kenarında özgürlüğü hayal etmeye benziyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF), bu yılki raporunda Türkiye’yi 180 ülke arasında 159. sıraya yerleştirdi.
Bu yalnızca bir sayı değil.
Susturulan bir manşetin çığlığı, ekranı karartılan bir haber bülteninin gölgesi, basılmayan bir gazetenin boşluğudur bu. Walter Benjamin’in “tarih meleği” gibi, biz de geçmişe dönüp baktığımızda, gazete sayfalarından yükselen bir enkaz görüyoruz.
Bu, hakikatin duvarlara çarptığı anın fotoğrafıdır.
Platon, "Gerçek, mağaranın dışındadır" derdi. Ama bizde mağara genişledi, dışarısı da içerisi kadar karanlık artık.
Gazeteci, mağaranın duvarına yansıyan gölgeleri değil, gerçek ateşi anlatmak ister. Ancak kalemi ya kırık ya da Kafka’nın dünyasında, belirsiz bir davanın parçasına dönüşmüş durumda.
Franz Kafka’nın Davasında olduğu gibi, suçun ne olduğu bilinmeden kesilen cezalar, gazetecilerin kaderine dönüşmüş halde.
Bugün Türkiye’de gazetecilik, bir geçim kapısı değil, bir geçit töreni.
Duruşma salonlarından, karartılmış haber merkezlerinden, ilan kesintilerinden, sansürlenmiş sütunlardan geçilir. Her geçen gün yeni bir “editoryal mezarlık” eklenir bu törene.
George Orwell’in 1984’ündeki “düşünce polisi” gibi, burada da kelimeler suçtur.
Ama yine de bazı kelimeler inatçıdır. Bazı başlıklar, her türlü yasağa, sansüre ve tehdide rağmen doğar. Çünkü basın özgürlüğü, yalnızca gazetecilerin değil, halkın hakikatle olan ilişkisinin teminatıdır.
Hannah Arendt, “Hakikat siyaset için ölümcül olabilir” derdi. İşte bu yüzden, bu ilişki bozulduğunda yalnızca gazeteciler değil, toplumun vicdanı da karartılır.
Her susturulan haberle biraz daha yalnızlaşıyoruz hakikatin karşısında. Ve her yalnızlık, yeni bir karanlığı büyütüyor içimizde.
Basın özgürlüğü, bir ülkenin ne kadar ışık alabildiğini gösterir. Bugün 159. sırada duruyorsak, demek ki uzun zamandır güneşsiziz.
Kalem, kimi zaman bir mercek, kimi zaman bir meşaledir. Görmek ve göstermek için vardır.
O meşaleyi elimizden alabilirler belki ama onu tutan iradeyi söndüremezler.
Albert Camus, “Başkaldırıyorum, öyleyse varız” demişti. Biz de diyoruz ki, "Yazıyoruz, öyleyse hakikatin hala bir şansı var."
Çünkü hakikat, er ya da geç, kendine bir yol bulur.
Ve o gün geldiğinde, mağara duvarlarını değil, güneşi konuşuruz.
Ne demişti Nazım Hikmet.
“Karanlığa küfretmek yerine, bir kibrit yak.”
Görsel: Eva Bee