Bir dağın doruğunda, rüzgarın yelesini okşadığı yılkı atları.
Bir yarımadanın kıyısında, güneşi alnında taşıyan yaban eşekleri.
Manisa’nın Spil Dağı, mitolojide Artemis’in avla kutsadığı topraklardır. Dağın serin yamaçlarında özgürce dolaşan yılkı atları, sanki Artemis’in bıraktığı bir miras gibidir. Onlar yaban değil, "tanrısal bırakılmışlardır". Korunurlar, yüceltilirler. Devlet afişlerinde gururla gösterilir, doğa belgesellerinde asil bir sessizlikle tanıtılırlar. Çünkü yılkı atı, uygarlığın ehlileştiremediği bir güzelliği temsil eder.
Oysa Datça’nın Balıkaşıran geçidinde, Dionysos’un yolundan gelen başka bir yaban türü yaşar; eşekler.
Mitoslara göre, sarhoş tanrı Dionysos’un en sevdiği hayvanlardan biri eşekti. Kimi efsanelerde onu dağlara eşekler taşır, kimi hikâyelerde gülme sesinin yankısı eşek anırmasında bulunur. Onlar da doğanın bir parçası, bir tür kutsallığın gölgesidir. Ama şimdi, “trafik güvenliği” denilerek toplanıyorlar. Kimileri bayıltılıyor. İçlerinde yavrusunu karnında taşıyanlar bile var.
Aynı doğa.
Aynı yabanlık.
Aynı devlet.
Ama farklı kaderler.
Çünkü biri efsaneleşmiş Artemis’in atları olmuş.
Diğeri unutulmuş, Dionysos’un eşekleri bile sayılmamış.
Biri asalet,
diğeri talimat.
Biri mit,
diğeri valilik kararı.
Spil’in atı, tanrısal bir yalnızlıkla yüceltilmiş.
Balıkaşıran’ın eşeği, insani gerekçelerle aşağılanmış.
Sorun eşeklerde değil.
Sorun, bizdeki eşeklerde.