
Bodrum'da Mandalin Festivali başladı.
Sokaklar mandalin koktu.
Kış aylarının en sevdiğim meyvesidir.
Özellikle king mandalin.
Kokusu, aroması bir başka.
Ege ve Akdeniz'in altın meyvesi.
Antik çağlar boyunca insanlar altın elmaların peşinden koştu. Ölümsüzlüğü simgeleyen meyveler vardı; korunan, saklanan, uğruna savaşlar verilen. Mandalin o sırada yoktu. Çin’de, saray avlularında, sessiz bahçelerde büyüyordu. İsmini de "Mandarin" olan saray bekçilerinden aldı.
Gösterişli değildi. Sabırlıydı. Beklemeyi biliyordu.
Avrupa mandalini ancak 19. yüzyılda tanıdı. Dünya haritalarının tamamlandığı, bitkilerin kataloglandığı, doğanın artık “keşfedilecek” bir nesneye dönüştüğü çağda… Mandalin, mitolojiye değil, botanik defterlerine girdi. Şiirlerin değil, bahçelerin konusu oldu.
Geç gelmenin bir bedeli vardır.
Ama bir de kazancı.
Mandalin tanrılara değil, insanlara denk geldi.
Kılıçlara değil, sepetlere girdi.
Tapınaklara değil, mutfaklara yakıştı.
O yüzden Homeros'un dizelerinde mandalin yoktu.
İlyada’da savaşlar anlatıldı, Odysseia’da yolculuklar, sofralar, şaraplar…
Ama bu meyvenin adı hiç geçmedi
Heredot tarIhi yazdı ama madalinin kokusundan bilr haberdar değildi.
Aristoteles, bitkileri sınıflandırdı, toprağı, tohumu, mevsimleri düşündü.
Bu meyveyi bilmedi.
Büyük İskender, dünyayı fethetti.
Ama Çin’e ulaşmadı.
Bu meyve onun ordularına hiç katılmadı.
Roma’da Julius Caesar sofraya
oturduğunda, limon vardı, turunç vardı.
Bu meyve henüz yola çıkmamıştı.
Yüzyıllar sonra Mevlânâ Celaleddin Rûmî,
narla, üzümle, şarapla konuştu.
Bu meyve onun metaforlarına giremedi.
Dante Alighieri,cenneti bahçelerle tasvir etti. Ama bu ağacın gölgesi yoktu o bahçelerde.
Rönesans’ta Leonardo da Vinci
bitkilerin anatomisini çizdi.
Bu meyve, defterlerine geç kalmıştı.
Michelangelo, taşa can verdi.
Ama bu meyvenin kabuğunu hiç soymadı.
William Shakespeare, elmayı, üzümü, inciri sahneye taşıdı.
Bu meyve, onun oyunlarında bir replik bile alamadı.
Yeni çağ geldi.
İmparatorluklar yıkıldı, yenileri kuruldu.
Napolyon Bonapart,
ordularını Akdeniz’e sürdü.
Bu meyve, muhtemelen onun tabağına hiç konmadı.
Johann Wolfgang von Goethe,
hayatının son demlerinde belki adını duydu.
Ama çocukluğunda yoktu.
Victor Hugo, gençliğinde bu meyveyi bilmezdi; yaşlılığında belki gördü.
Çünkü Avrupa henüz mandilini tanımamıştı.
Destanlar yazılmıştı.
Tanrılar sahneden çekilmişti.
Ve işte tam bu yüzden, bu meyve, tanrıların değil insanların meyvesi oldu.
Efsanelere değil, bahçelere girdi.
Saraylara değil, taş duvarlı avlulara yakıştı.
Soyulurken zaman isteyen, kokusuyla hatırlatan, aceleye gelmeyen bir meyve oldu.
Adını en sona sakladı.
Geç geldi.
Ama yerini buldu.