
Bir vapurdan ötesiydi o...
Bir şiirdi...
Bir türküydü...
Bir hatıraydı...
Adı bile gül kokuyordu; "Gülcemal"...
Orhan Veli, çocukluk sevinçlerini onun resminde bulmuştu.
"Hangimiz bilir, benim kadar,
Karpuzdan fener yapmasını,
Sedefli hançerle, üstüne,
Gülcemal resmi çizmesini."
Bedri Rahmi, İstanbul’u düşündüğünde ilk onun dumanını görmüştü.
"İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir,
Anadolu'da, toprak damlı bir evde,
Gülcemal üstüne türküler söylenir.
Süt akar cümle musluklarından,
direklerinde güller tomurcuklanır.
Anadolu'da, toprak damlı bir evde çocukluğum,
Gülcemel'le gider İstanbul'a,
Gülcemal'le gelir."
Şairlerin dizelerine giren bir gemi, sıradan bir gemi değildir.
O, halkın belleğinde yaşayan bir efsanedir.
Gülcemal, Amerika’ya ilk Türk bayraklı yolculuğu yapan gemiydi.
Çanakkale’den yaralıları taşıdı, torpile direndi, batmadı.
Karadeniz’de sevdalıların mektuplarını, anaların gözyaşlarını sırtlandı.
"Gülcemal dedukleri
Denizi elekleyi
Bacalari dumanli
Kıyılari bekleyi
Gülcemal Gülcemal
Savruluyi dumanıni
Aldın gittin yarımi
Yoktur senin imanın."
Gün geldi, mübadele ateşinde en ağır yükünü aldı; Ayrılık.
Bir kıyıdan Rumları, diğer kıyıdan Türkleri bindirdi.
Birileri evine dönüyor gibiydi, birileri evinden sürülüyor gibi.
Aynı güvertede gözyaşları birbirine karıştı.
O gün Gülcemal, sadece demirden bir gövde değil, bir annenin gözyaşı oldu.
Mustafa Kemal bile sevmişti onu. Hatıra defterine şöyle yazmıştı.
"Gülcemal vapurunda gördüğümüz intizam ve mükemmeliyet takdire değer."
Bir milletin umudunu taşımıştı Gülcemal, sadece yolcularını değil.
Sonra, tüm bu anılar, bütün bu hatıralar, bir Ağustos günü hurdacı terazisine düştü.
İtalyanlara satıldı.
Parçalandı.
Jilet oldu.
Yabancıların elinde olsaydı bugün bir yüzen müze olurdu.
Bizdeyse, tarihe gömüldü.
Şiirlerde, türkülerde, hatıralarda kaldı.
Bir vapur değil, bir yürekti Gülcemal.
Parçalanan sadece demir değildi.
Parçalanan, hafızamızdı.