Datça'nın ayaklı kütüphanesi Yusuf Ziya Özalp anlatıyor.
1 Temmuz yaklaşırken, bir elini çenesine dayıyor, zihni ve gözleri geçmişe gidiyor.
Kulak verelim.
“Bir zamanlar Datça’da Deniz Bayramı vardı.
1935’te, Kabotaj Bayramı ilan edilmişti ama Datça’da o, sadece bir resmi gün olmazdı, milletin içine işlemiş bir şenliğe, denizin tuzuyla kabaran bir coşkuya dönüşürdü.
O bayramda protokol yoktu, bariyer yoktu, locadan izleyen yoktu. Herkes aynıydı. Denizi seven, yaşama sevinciyle dolu, belki yorgun ama içten bir halktı orada olan.
Knidos’tan yola çıkanlar olurdu, Emecik’ten gelenler... Ne bulurlarsa binerlerdi üstüne. Eşek, katır, kamyon, traktör, hatta at arabası... Kiminin boynunda mendil, kiminin başında çiçekli yazma... Al al, mor mor giysiler içinde akarlardı İskele Mahallesi’ne doğru.
O gün İskele başka kokardı.
Denizin kokusu, terin kokusuyla karışır, üstüne tütün, rakı ve közlenmiş balık kokusu sinerdi.
Davul çalardı, zurna öterdi, gırnata içlere işlerdi.
Büyüklerimiz, yani “Efelerimiz", tütün parasını yeni cebe atmış, soluğu Ömer Bora’nın, Sabri Uslu’nun lokantasında almış olurdu. Orada biraz rakı, biraz muhabbet, biraz hüzünle içilen zamanlardan sonra artık ne protokol kalırdı ne pantolonun önemi.
Çünkü o bayramda, denize gömlekle, pantolonla atlanırdı.
Kimse ‘ne giymişim’ diye düşünmezdi. Çünkü o, yüreğini suya atanların bayramıydı.
Bazısı sokakta zurnaya dayanamaz, iki dirsek iki bilek hareketiyle gerdan kırar, bel büker, gökkuşağından çalınmış gibi dönerdi havada.
Bazısı, yorgun düşüp zeytin ağaçlarının altına sığınır, incir gölgesinde sızar, payam dalında horlardı.
Sakın, 'Yahu İskele Mahallesi’nde zeytin, incir, payam ağacı ne arar?' demeyin.
Vardı. Hem de öyle böyle değil. Binalar azınlıktaydı o zaman. Toprak çoğunluktaydı.
Gökyüzü açık, sokaklar serin, ağaçlar ev gibi.
Her köşe bir gölgeydi, her gölge bir şiir.
Datça denizi bir günlüğüne özgürlük olurdu.
Bir günlüğüne insanlar kendilerini hatırlardı. Neşeyi, yarenliği, denizi, ağacı, toprağı."
O yüzden diyor Yusuf Ziya Özalp, “Biz o bayramda sadece denizi kutlamazdık. Kendimizi kutlardık. Halk olmayı kutlardık. Paylaşmayı, içten olmayı. O yüzden fırlama bir bayramdı o. Tepeden değil, tabandan gelirdi.
Şimdi dönüp bakınca, o günler uzak gibi ama o günler Datça’nın kalbinde hala kıpır kıpır duruyor. Birincisi denizdi, sonuncusu hiç olmadı."
Yusuf abinin bu anlattıkları maziden gelen bir roman gibi.
Deniz ve halk...Ne güzel bir buluşma değil mi?
Peki ya bugün.
Bugün İskele’ye doğru giden yol hala duruyor. Ama artık o yoldan geçenler payam dallarında sızmıyor, zeytin altında türkü mırıldanmıyor.
Çünkü zeytin yok.
İncir yok.
Bayram yok.
Ve en kötüsü, denize girecek yer yok.
Artık Datça’da deniz, özgürlüğe değil, menü fiyatlarına açılıyor. Ege’nin tuzlu rüzgarı yerini kredi kartı sliplerine bıraktı.
Gömlekle suya atlayan efelerin torunları bugün gölgede oturmak için 1500 lira istenen bir şezlongun kenarından denize hasret bakıyor.
Tütün parasını cebine koyup rakısını yudumlayan o halkın çocukları, artık “müşteri değilse” kovuluyor sahilden.
Bir zamanlar yağlı kazığın üstünde dans edenler, şimdi yerlerini kazık faturalarla terleyenlere bıraktı.
Kimi zaman göz göre göre, kimi zaman “rezervasyonunuz var mı?” cümlesiyle.
Evet, 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı hala takvimde var.
Ama bayramın ruhu çoktan iptal edildi.
Şimdi sahil, sahilden gelenlere değil, sahili kiralayanlara ait.
Datça Belediyesi bu bayramı tıpkı eski günlerdeki gibi halkın katılacağı bir şenlik havasında yapmayı planlıyor.
Birçok etkinlik hazırlığı içindeler.
Atılan adımlar doğru ve bunu düşünmek bile güzel.
Umarım başarırlar ve bu bayramı resmi protokolden çıkarıp halka yayarlar.
Çok da doğru olur.
Ama asıl denizi halka açmaları gerekmiyor mu?
Çünkü deniz bir gün yeniden halkın olursa,
O eski davulun sesi bir yerlerden yeniden duyulur.
Ve belki yine biri, gömleğiyle atlar denize, sırf içinden geldiği için.
Edip Cansever şöyle demişti.
"Gülmek, bir halk gülebiliyorsa gülmektir."
Datça, halkıyla birlikte güldüğü gün, deniz de eski kokusunu geri kazanacak.